YÜZ

1708

            Yüz rakamı (100, C/centum –Roma rakamında 100)… Parmak hesabıyla doksan dokuzdan sonra gelen sayı…  On kere on…  Kelimeler ile birlikte işin çokluğunu ‘yüz katı’ diye abartılı bir biçimde ifâde etmeye yarayan kelime… Yüz; başta, alın, göz, burun, ağız, yanak ve çenenin bulunduğu ön bölüm… Sima, çehre, surat… Bıçak gibi kesici araçlarda ağız… Bir kumaşın dikiş sırasında dışa getirilen gösterişli bölümü… Yorgana ve yastığa geçirilen kılıf… Yorgan vb. şeyin görünen bölümündeki kumaş… Birinin hoşgörüsüne güvenilerek gösterilen cüret… Yan, taraf… Yüz ve yüzey… Bir yapının dışa bakan düşey yüzeylerinin her biri (ön yüz, yan yüz, arka yüz)… Mecâz manasında çoklukla kullandığımız, vazgeçemediğimiz kelime… Yüz… Elimizi taşın altına mı koyalım, yoksa elimizi yüzümüze mi koyalım? “Yüz, fikirlerin fihristidir.” (Muhyiddin-i Arabi)… Yüzünden, ‘sebebiyle’ yerine kullandığımız söz…

                Yüz defa yüz vermek, sonrasında yüz çevirmek ve yüzden gözden düşmek, yüzsüzlükle ya da çok yüzlülükle açıklanabilir bir durum değil… Yüzümüzün ağarması, yüzümüzün kararması, yüzümüzü ve gözümüzü kapatarak da izah edilebilecek bir ahvâl değil… Muhataplarımızla yüz yüze geldiğimizde de, yaldızlı sözlerle meramımızı anlatamayız… Yüz yüzden utanır… Keşki hep aynı yüz ile kalabilmeyi becerebilirsek… Fikir deryasında hiçbir kaygının gölgeleyemediği bir mutlulukla yüzebilmeyi becerebilmek ne kadar mümkün? Beyin-gönül fırtınasında tutunacak bir dal arama gayreti… Bu, gerçeklerle yüzleştiğimizde yüzme sporu yapıp yüzümüzü ıslatmamaya çalışmak çabasına benzer hâl…  Sözün bittiği yer… Maalesef yitirdiğimiz o kadar çok değerlervar ki… Unutulmaya yüz tutmuş deyimlerin bize verdiği dersleri, ters yüz etmemek gerek… Meselâ, kadim medeniyetimizde Anadolu’da yeni evlenen çiftlerin uzun tek yastık çeyizleri… Evli çiftin birlikte yaşlanmasını, ‘hiç ayrılmaması mesajı’nı veren uzun tek yastık… Uzun tek yastıkların ikiye bölünmesiyle neler kaybettik neler… İkiye bölünen uzun tek yastıkların ‘küstüm yastıkları’ hâline gelmesi, evli çiftlerin yüzlerini de ters yüz etti… Sihirli uzun tek yastığı paylaşanın (yüzü güzel olanın) huyu da güzel olur… İnsanın yüzü, içinin aynasıdır; iyiliği de kötülüğü de yüzüne vurur… Yüz yüze el ele gönül gönüle olup birbirimize yakın olunca, yüz göz olmak gibi bir vahamete düçar olmayız… Fizikî ve sosyal mesafeyi çok yakın hâle getirdiğimizde, abartılı bir şekilde samimi olduğumuzda; kısaca, ölçüsüz ve yüzsüz davrandığımızda biriyle yüzgöz oluveririz, çoğu zaman… Bir kimseyle gereksiz yere aşırı derecede senli benli, laubâli olmak, yüz kızartıcı bir durumdur, aslında… Yakınlaşırken, gönüllerin birbirinden uzaklaşmasıdır, yüzsuyu dökmedir (onurumuzu sarsacak derecede yalvarmadır) bu… Yüzün/suratın mahkeme duvarı’ olması, yüzün/suratın davul derisi gibi olması, yüzün/suratın hak getire diye dillendirilmesi, bu…

                Suratımızı asarak (kaşlarımızı çatıp yüzümüze küskün bir ifade vererek), suratımız bir karış (öfkeli ve somurtkan) bir tavırla hiçbir problemi çözemeyiz… Her ne olursa olsun bir kimseye karşı tavrımızı sertleştirmemeliyiz, suratımızı ekşitmemeliyiz, suratımızı değiştirmemeliyiz… ‘Suratı kasap süngeriyle silinmiş’ (utanması, sıkılması kalmamış) bir anlayış ile birinin suratına baksak ne yazar? Suratından düşen bin parça (çok somurtkan) olan ile işimiz kırk yıl rast gitmez… Muhatabımızın suratına indirince (tokat atınca), suratımızı ekşitince ya da yüz sürünce (aşırı sevgi gösterince) de sorunların üstesinden gelemeyiz… Muhatabımız bizden yüz bulunca (ilgi ve yakınlıktan şımarınca), bizden yüz çevirmeyeceğinin de garantisi yok… İnsan bu, yüz verince astar ister, bir şey verince cüret alarak daha çoğunu ister… Söz etmeye yüzümüz kalmasa da yüzümüzü sıcak tutmakla mükellefiz… Ne mi yapalım? Yüzü sirke satanlara, yüzüne gözüne bulaştıranlara, yüzüne tükürseler yağmur yağıyor sananlara, yüzü pek olanlara, yüzünü buruşturanlara sözümüz yok… Dostların yüzü ak olsun (sağ olsun)… Can dostların yüzü suyu hürmetine (güzel hatırı için), doğruyu tersyüz etmenin farklı bir yüzsüzlük olduğunu bilerek gerçek acı da olsa dostun yüzüne vuralım (çarpalım) ki, dostumuz güvende olsun; tehlikelerden korunsun… Dostlarımızın yüzünü güldürmek istiyorsak; paranın yüzünün sıcak, ölümün yüzünün soğuk olduğunu bilerek, araya aracı koymadan her meseleyi yüz yüze halletmeyi tercih etmeliyiz… Dostluk; hesabımızın pak, yüzümüzün ak olmasını gerektirir… Elbette zahmetsiz rahmet olmaz; gök ağlamayınca yeryüzü gülmez… Rüzgâra karşı tüküren, kendi yüzüne tükürür… Mücadelede yenik düşe düşe; kayıp vere vere geliriz yüze, çıkarız düze… Bağa bakalım ki, üzüm olsun; yemeye yüzümüz olsun… Başarabilmek için istemesini de vermesini de bilmek lâzım… İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara… Mâlum, arsızın yüzüne tükürmüşler, ‘yağmur yağıyor’ sanmış… Kimsenin ağzı torba değil ki büzesin… Dilin kemiği yok, dili olan konuşur; yüzü alan, astar ister… Arsız ne kadar ağır hakaret görse de aldırmaz, pişkinliğe vurur… İnsanın yüzü nasır olmuşsa, yapacak bir şey yok… Yüzünü yüzsen de nâfile…

                Yüzümüzü ellerimizle kapatıp, başımızı yeryüzüne, ayaklarımızı gökyüzüne çevirsek, yüz rakamını ne bir eksik, ne bir fazla yapabiliriz… Kitaplara dokunmadan, okumadan ve yazmadan yüzümüzü ağartamayız… Kitapların toz içinde yüzmesine, hangi yüzle hangi sözle cevap verebiliriz, nasıl bir mâzeret bulabiliriz? Yüz lafına yüz çeşit laf eklesek de, sonuç yine içinde yüz olan yüzlü bir ifade olacaktır… Yüzbaşı, yüz binlerce, yüz binlik, yüz kere, yüznumara, yüz para, yüzyıl, yüzde yüz… Zıtlıklar Gününde (Oppositе Day -25 Ocak), yüzün zıddı nedir dense, ne diyebiliriz? Cevapları duyar gibiyim: Yüzsüz… Yüz verince, astarını istemek… Yüzü verince, elde sıfır kalmak… Haddini aşıp kendine ait olmayan başka şeylere de göz dikmek… Belki en doğrusu, (+100) rakamının (-100) rakamının zıddı olduğunu söylemek… Her bir şeyin akı da var karası da… İpi de var, ipsizi de… Yüz ve astar meselesi… “Herkes aya benzer, kimseye göstermediği karanlık bir yüzü vardır.” (Mark Twain)…

                Tolstoy’un “İnsan Ne ile Yaşar” adlı kitabındaki çiftçi Pahom’un hazin ve ibretlik öyküsünü okumayanımız var mı? Çiftçi olan Pahom, zengin olmak ister… Uzak bir yerlerde, cömert bir reisin karşılıksız toprak verdiğini duyunca, daha çok toprak elde etmek için reise gider. Reis herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir. Pahom’a “Sabah güneşin doğuşundan batışına kadar kat ettiğin yerler senin, fakat güneş batmadan yeniden başladığın yere dönmen lâzım.” der. “Yoksa bütün hakkını kaybedersin.” Pahom, güneşin doğuşuyla beraber yürür; tarlaları, bağları, bahçeleri geçer. Çok yere tamah eder. Güneşin batmasına az bir vakit kalır. Koşarak geri dönmeye çalışır, koşar, lâkin takati kesilir. Pahom’un burnundan kan damlamaya başlar. Başladığı noktaya yaklaşmışken, birden yere yığılır ve yerden kalkamaz. Reis olanları izler; adamlarına bir mezar kazdırır. Pahom’u bu mezara gömerler. Reis, Pahom’un mezarının başında durur ve şöyle der: “Bir insana işte bu kadar toprak yeter!” Gerçekten yüzümüzü gözümüzü ancak toprak doyurur…

‘Yüreğim, beynim, yüzüm ve sözüm, özümün yansıması olsun’, Hak’tan niyâzım… Ne sağ yanım Fâzıl, ne sol yanım Nâzım… Her yanım, yüreğim, aklım, kalemim, üslubum benim tarzım. Derdim tarzdan öte, tarzım farza bende… Asıl olan, aslı… Kopyalar çöp olmaya mahkûm. Mikyas, bendeki ben, tendeki can, sahibine âmâde… Çoktan aştık neme lâzım demeyi… Üsluptur, herkese lâzım… Yüzünüze kan gelmesini, sağlık ve afiyette olmanızı, yüzünüzün her daim gülümsemesini diliyorum… Ellerimiz… Unutmayalım, eğer mevcutsa, bir elimiz ile diğer elimizi yıkarız; iki elimiz ile yüzümüzü yıkarız… Selam, sevgi ve saygılarımla.




Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *