NE YEDİĞİN, NE DEDİĞİN…

1161

Karakter, kişilik, algı, tavır, gelenek, görenek vb. her özellik; ne yediğin ne dediğin ve eğitim ile alâkalı… Hangi coğrafyada, hangi iklimde yaşadığın ile ilgili… Karakter ve kişilik, doğuştan gelen genlere havale edilecek kadar sığ bir açıklama ile geçiştirilecek bir durum değil… Tohumun toprakla buluşması, tohumun yeşermesi, tohumun fide, fidan ve ağaç olması bir süreç gerektiren hâl… Toprağın da tohumun da ıslahı, işlenmesi mümkün… Her ne yapılırsa, bahaneler zinciri kırılmadan, ön yargılar yıkılmadan varılabilecek nokta, eskinin tekrarı ve mevcut durumun devamı demek… Bu, değişimin, gelişimin ve yenilenmenin önüne engeller koymak demek…

Ne yediğine ve ne dediğine dikkat edemeyen, kendine egemen olamayandır; kalemini başkalarının tutmasına izi verendir; aklını kiraya verendir; sözünü süzmeden söyleyendir… Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı… Mâlum hikâye… Kralın birisi, rüyasında bütün dişlerinin önden arkaya doğru döküldüğünü görmüş; çok müteessir olmuş… Ülkesinin en iyi rüya tâbircilerini davet etmiş; rüyasını yorumlamalarını istemiş… Rüya tabircilerinden ilki, “O kadar uzun yaşayacaksınız ki, bütün çocuklarınızın ölümlerini göreceksiniz!” demiş… Kral tabircinin sözlerine çok öfkelenmiş, onu zindana attırmış… İkinci tabirci, “Efendim, Allah size o kadar bereketli ve uzun bir ömür verecek ki, hepsinin mutluluklarını göreceksiniz ve hepsinden uzun yaşayacaksınız,” demiş… Kral, bu yoruma çok sevinmiş ve rüya tabircisine bir kese altın vermiş… Aslında söylenen aynı, lâkin uslûplar farklı… Neyi nasıl ne zaman ve hangi şartlarda söylediğin önemli…

Ne yediğimiz, ne zaman ve nasıl yediğimiz; sıhhatimizi etkilemekte… Vücudumuzun saati, sağlıklı beslenme konusunda bizi uyarmakta… Ne yediğimiz değil, ne zaman yediğimiz de mühim… Harvard Tıp Fakültesi’nde yapılan bir araştırma, akşam yemeğine oturulan saatin, kilo vermede kritik bir önemi olduğunu ortaya çıkarmış, 17.00’den sonra yemek yemenin kilo vermeyi zorlaştırdığı sonucuna varılmış… Harvard Tıp Fakültesi’nde yapılan bir araştırmaya göre, sağlıklı görümümüzün olmasını istiyorsak, vücudumuzun biyolojik saatine uymamamız gerekmekte… Yapılan araştırmada, düzenli olarak saat 17.00’de yemek yiyenlerle 21.00’de yemek yiyenler kıyaslanmış… Erken yemek yiyenlerin acıkma oranlarının yarı yarıya azaldığı, vücutlarında daha az yağ depolandığı görülmüş ve geç saatte yemek yemenin obezite riskini büyük ölçüde artırdığı belirlenmiş… Yatmadan 2-3 saat önce yemek yemek sonlandırılmalı… Geç saatlerde yenilen yemek, hazımsızlığa neden ve uykusuzluğa neden durum… Ne kadar erken akşam yemeği yenirse, sindirim o kadar kolay olur… Her organımızın vücut saati, rutin işlerimizi yaptığımız vakitler ile örtüşmeli, birbirini desteklemeli… Neyi nasıl ve ne zaman yediğimiz, uyku saatimizi, hormonlarımızı ve metabolizmamızı etkilemekte… En önemlisi ise, bedensel sağlımızın, ruhsal sağlığımız ile ilintili olduğunu bilmek ve ona göre hayatımızı sürdürmek… Sofrada neyi nasıl yediğimiz, kimlerle yediğimiz, işin en can alıcı noktası… Bu, ne dediğimiz kısmın; ne yediğimizle ahenk kazandığı safha… Mâlum, sofraların aranan kişileri vardır… … Böyleleri sohbet ehlidir; sohbet ehlinin halka olduğu sofralar, Halil İbrahim sofralarıdır…  Sofradaki yemeğin lezzeti, aranan kişilerin üslubuyla, tarzıyla, esprileriyle çok daha güzel hâle gelir… Birçok mesele, böylesi sofralarda çözüme kavuşur… Sofra kültürü; ‘ne yediğin ne dediğin’ sırrının beyin gönül fırtınasında deşifre olduğu, dostlukların sürdürülebilirliğini perçinleyen vazgeçilemez değerlerimizden biri…

Ne yediğin ne dediğin, nasıl yediğin nasıl dediğin… Kendimizin ve birlikte olduklarımızın, iletişime kapılarını açtıkları durak noktaları… Ramazan sofraları, kimlere ve hangi sebeple yapıldığı maksada göre, iletişimin; boğazlarda düğümlendiği ya da iletişim kanallarındaki pürüzlerin törpülendiği fasıllar… Lokmaların bölüşülmeden yendiği hengâmede ne yediğinin ne önemi var ki… Lafını, en az iki defa düşünmeden söylediğinde, gerçek de olsa, ne dediğin ne kadar kıymeti olabilir ki… Böylesi ahvalde, ne yediğimize ne dediğimize romantizm katsak ne işe yarar ki… Mutfaktan gelen leziz kokular, rastgele söylediklerimizi, gıybetleri, dedikoduları ne kadar bastırabilir ki… Ne yedik, ne dedik? Netice itibariyle ne düşündük ne yaptık? Benliğimizde yaşadığımız gelgitler… Nitelikli olmak…

Dost meclislerinde ne yedik ne dedik? Elbette, ‘dediğimiz dedik, çaldığımız düdük’ anlayışıyla ne yediğimizin ne dediğimizin pek ehemmiyeti yok… Dilli düdüklerin ne yedikleri ne dedikleri değil kastımız… Basmakalıp tiplerin davranış biçimleri, emme basma tulumba misâli ufkumuzu karartan engeller olmaktan öte bir anlam taşımaz… Sorgusuz sualsiz hep aynı davranışlar, bizi yanıltmamalı…  Özüne ve sözüne egemen olanların ne yediği ne dediği bize ölçüt olmalı… İşin zaafı ise, yenilen ve denilen her ne ise, yiyeni ve diyeni bir müddet sonra etki alanına alacağı gerçeği… Boğazdan geçen her lokmanın bedenimizi ve ruhumuzu etkilediğini kim yadsıyabilir? Yediklerimizin ve dediklerimizin şekillendiği hâl, böyle bir hâl… Bir sebeple dâhil olduğumuz sofralar; geçmişimizin, bizim, sizin, kültürlerimizin yansıması… Bu sofralarda, sadece kullanılan malzemeler, yemekler değil; sofra adabı, sofraya saygı, edep-erkân, her bir şey var! Meselâ, akşam yemekleri bir başka değerli… Akşam sofrasında, tüm aile bireyleri, ev halkı masanın etrafında, birlikte olmanın verdiği mutluluk ve dayanışma ile ne yeseler ne deşele, baş tacıdır… Sofrada halka olan çocukların sevinci bir başka güzeldir… Sofrada, dinleyenler daha şanslıdır;  bilgi ve kelime dağarcıklarını arttırırlar; kendilerine söz sırası geldiğinde özgüvenle muhabbetin tadını artırırlar…  Hele hele bayram sofraları… Bayram sofraları, farklı güzellikler içeren ritüelleri haiz, keyifleri arttıran, geniş aileleri bir araya getiren, dostlukları kuvvetlendiren güzel gelenekler… Çocukluğumuza ait güzel anılardır bayram sofraları… Bu sofralarda kim kime dum duma (kimsenin kimseyle ilgilenmediği, her şeyin çok karışık olduğu bir durum) değil, sevinçlerin paylaşılır… Gelecekte söze “Ben çocukken…” diye sohbete başladığımız güzel hâtıralar… 

   Bizi biz yapandır, ne yediğimiz ne dediğimiz, nasıl yediğimiz nasıl dediğimiz, kimlerle yediğimiz ve kimlerle hasbihal ettiğimiz… Yeme içme kültürümüz, kültürel kimlikliğimizi korumanın da aracı… Dost meclisleri, aile yemekleri, iş yemekleri, düğün yemekleri ve daha niceleri… Yemekle ilişkimiz, ne ölçüde romantik olduğumuzla farklı bir boyut da kazanır…  Yemekte söylenenler, dil sürçmesi değilse eğer, bizin dışa yansıması olsa gerek… İşin en garip tarafı, ne yediğimiz ne dediğimiz; ağzımızla, dişimizle ve dilimizle doğrudan bağlantılı… Bu bağlantı, mideye kalbe ve beyne uzanmakta… Ne yediğimizin ne dediğimizin geldiği ve gittiği yerler belli… Kimliğimiz, bu yollarda geçen sürecin açığa çıktığı görüntü…

Ne yediğin, ne dediğin… Ne giydiğin, ne yaptığın… Zinciri uzatmak mümkün… Daha mühimi, ne yedirdiğin, ne giydirdiğin, lokmayı nasıl bölüştüğün… Ölçü net: “Eline, diline, beline sahip ol! Kapını, kalbini, alnını açık tut! Eşine, işine, aşına özen göster. Harama bakma, haram yeme, haram içme! Yanlış ölçme, eksik tartma! Dünya malına tamah etme! Kuvvetli iken affetmesini, hiddetli iken yumuşamasını bil!” (Ahî Evrân Velî )… Selam, sevgi ve saygılarımla.




Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *