RÜZGÂR EKEN…

1122

Rüzgâr eken fırtına biçer… Eden bulur… Bir sözün, bir eylemin nasıl bir sonuç doğuracağı önceden hesap edilmeli… Herkesin zarar görmesine yol açacak işler yapılmamalı… İşlerini başkalarının üzülmesi üzerine kurgulayanın, çok sert tepkilerle karşılaşması ve sonunda en büyük zarara kendisinin uğraması, değiştirilemez bir gerçek… Bir kişinin başkalarına zarar verdiğinde veya kötülük ettiğinde, davranışlarının sonuçları kendisine misliyle geri dönecektir elbette… Başkalarını aldatmaya çalışan da aldatılır, aldanır ve başkalarının nezdinde güven kaybeder… Bir kişi başkalarına zorbalık yaparsa, kendisi de bir gün zorbalığa mâruz kalır… Toplumun standartlarına uygun olmayan bir davranışta bulunan ve çıkarları doğrultusunda hareket eden kimseye karşı toplum tarafından sert tepkiler oluşur… Bu, toplumun değerlerinin ve normlarının uygunluğunun ölçüldüğü bir testtir…

Doğruluğu ya da yanlışlığı bir tarafa, toplumda tepki çekecek bir iş yapan kimse, sert tepkilerle karşılaşır… Etrafında bulunanlara her zaman kötülük yapan bir kimse, eninde sonunda çok büyük kötülüklerle baş başa kalır… “Nerede olursanız olun ölüm sizi yakalar; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa “Bu Allah’tan” derler, başlarına bir kötülük gelince de ‘Bu senden’ derler. ‘Hepsi Allah’tandır’ de. Ne oldu bu topluluğa ki bir türlü söyleneni anlayamıyorlar!” (Nisâ Suresi, 78)… “Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.” (Nahl Suresi, 61)… Yapılan her ne ise, bahanesi bulunur… Yapılan bir işin, eylemin sonucu, bahanelerle geçiştirilemez… Mâlum, körle yatan şaşı kalkar; değersiz, kötü kimselerle arkadaşlık eden kötü huylar edinir… Sorumluluktan kaçmak mümkün değil… “Rüzgâra tüküren kendi yüzüne tükürür.” (Atasözü)… Hiçbir şey sebepsiz değildir… Rüzgâr esmeyince yaprak oynamaz…

                ‘Eden bulur’ hikâyesi… “Bir bilge, sürekli olarak ‘Kim ne ederse karşılığını mutlaka görür. Sanma ki, kötülük edenin kötülüğü yanına kalsın.’ diye söylenirmiş her bir yerde… Bu sözü işiten kadının biri, ‘Şuna bir kötülük yapayım da, görsün bakalım herkes ettiğini bulacak mı?’ demiş… Bilge adama içine zehir koyarak hazırladığı böreği vermiş: ‘Al bunu, afiyetle ye.’ demiş… Bilge adam, ikramı alıp heybesine koymuş… Bir çeşme başında, karnını doyurmak için heybesinden böreği çıkarmış, ancak böreği, yanına yaklaşan, uzaklardan geldiği ve aç olduğu anlaşılan bir delikanlıya vermiş… Karnını doyuran delikanlı, çeşmeden su içip ayrılmış… Sonunda eve gelmiş… Eve geldiğinde başlamış karnı ağrımaya… Annesi, eve gelen oğlunu kucaklamış…  Oğluna, ne olduğunu sormuş…  Delikanlı, , zararlı bir şey yemediğini, sadece bir ihtiyarın yemek üzere torbasından çıkardığı böreği kendisine ikram ettiğini söylemiş… Kadın, bilgeye böreği verdiğini ve bilgenin  ‘Eden bulur’ dediğini hatırlamış; yaptığı yanlışı anlamış, lâkin iş işten geçmiş… Yıllardır yolunu beklediği oğlunu yitirmiş.”… Önemli olan; doğru tercihimiz, neye karar verdiğimiz… İyi ve kötü arasında neyi ve neden seçtiğimiz…  Kızılderili hikâyesi… “Kızılderili reisi kulübesinin önünde torunu ile oturup, az ötede boğuşan iki köpeği birlikte izliyorlarmış… Yaşlı reisin sürekli göz önünde tuttuğu köpeklerden biri beyaz, diğeri siyahmış… Torun, köpeklerin kulübeyi korumak için beslendiğini düşünmüş… Sadece bir köpeğin bu iş için yeterli olacağını, diğerine neden gerek olduğunu sormuş dedesine… Yaşlı reis: ‘Onlar benim için iki simge… Birisi iyiliğin, diğeri ise kötülüğün simgesi… İçimizdeki iyilik gibi… İyilik ve kötülük, içimizde sürekli savaş hâlindedir…’ demiş… Torun, dedesine hangisinin kazanacağını sorduğunda: ‘Ben hangisini daha iyi beslersem, o’ diye cevap vermiş”…

Hiçbir kötülük ve iyilik karşılıksız kalmaz… Rüzgâr eken fırtına biçer… Eden bulur… “Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur.” (Hadis-i Şerif)… Yüzyıllarca üç dinin mensuplarının barış içinde yaşadıkları Kudüs’te, Filistin’de masum canlara kıyılmasının, elbette bir gün karşılığı olacaktır… Yerlerinden, yurtlarından çıkarılan, en tahrip edici bombalar altındaki masum çocukların, kadınların ve yaşlıların feryatlarının, mazlum olanların ahlarının bir bedeli olacaktır… Zulüm ebedî olamaz ve zulümle âbâd olunamaz. Masumların kanları üzerine kurulu hiçbir düzen uzun süre yaşayamaz… Zulüm ile âbâd olanın akıbeti, berbat olacaktır… Zorla, baskı ile başkalarının hakkını alıp zengin olan kimselere, o gün karşı çıkılmasa bile bu haksız kazanç günün birinde mutlak sahibinin başına bir felâket getirecektir… Vicdanlarımızı teskin etmek gayretiyle, yoksullara vererek onları mutlu etmeye çalışmak, geçici çözüm… Bu vicdanımıza verdiğimiz bir sus payı, rüşvet…  Kalıcı ve doğru olan çözüm, sahip olunan her bir nesneyi hakça bölüşmek ve paylaşmak… Başkalarının bir süreliğine mutlu olmalarından mutlu olmaya çalışmak tesellisi, sömürü düzeninin yumuşak karnı… Kimin malını, kime veriyoruz? “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan, mülk de yalan; var biraz da sen oyalan!” (Yunus Emre) gerçeğinin uygulamaya sokulması lâzım… Düşüncede kalan sözlerin ne ehemmiyeti olabilir ki… Emeksiz, gayretsiz ve başkalarının sırtından elde edilen birikimi, asıl sahiplerinin yararına sunmak gerekli… Promosyon adı altında verilenler, kaşıkla verip kepçeyle almaktan ibaret aldatmacalar… Önce bindirip, sonra yüzde bilmem ne kadar indirim adı altında yapılanlar… Daha benzer niceleri… Asıl zulüm, böylesi aldatmacalar…  Zulme rıza ve zulme sessiz kalma daha büyük zulümdür… Mesele, yanlışı önce elimizle (bütün gücümüzle), varımızla yoğumuzla düzeltmek meselesi… Gerisi, züğürt tesellisi…

Harekete geçmeden yapılan, sadece avuçları açarak yapılan dua bile, gerçek dua olmaktan uzak… Birilerinin emeğinden geçinenlerin, dua ve beddua arası zikzak çizenlerin hayat felsefesi… Duanın efdali, fiilî olanı… Gayret olmadan, eyleme geçmeden ne yapılabilir ki… Bu, sömürenlerin yoksullar üzerine konuşlandırdıkları en büyük aldatmaca… Gerçek inanan, fakirlerin altında kaldığı, mal ve parayı, nasıl üst üste koyabilir? Zengin iken yoksul yaşamayı tercih eden bir Ebu Bekir, en güzel misâl… Herkesin kullandığından farklı olanı tercih eden, yediği, içtiği, giydiği, barındığı yer farklı olan; nasıl insan olabilir, nasıl insan kalabilir? Bunu dillendiren can alıcı, cana su veren can söz: “Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul; bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul. Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa; yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!” (Necip Fazıl Kısakürek)… Artık, rüzgârı tersine çevirmenin, yoksuldan yana çevirmenin, hak edenden yana çevirmenin, mazlumdan yana çevirmenin, hak ve adaletten yana çevirmenin zamanı gelmedi mi hâlâ?

Siyasî çizgilerin birbirine karıştığı bir hengâmede tek doğru bir çizgi kaldı… Her ortamda ve şartta insan olabilme ve insan kalabilme çizgisi… Milleti hortumlayanlara, sömürenlere ve rüzgâr ekenlere fırsat vermemek için, her birimiz rüzgâr, fırtına, kasırga, bora, hortum olmak zorundayız… Duanın ‘armut piş, ağzıma düş’ ucuz yaklaşımına evrildiği bir anlayışla, hiçbir doğru hedefe ulaşılamaz, hiçbir başarı elde edilemez ve edene dur denilemez… Eden, bizden bulmadıkça, biz elimizden geleni yapmadıkça, eden eder durur, aklını kullanmayanları ve aklını kiraya verenleri kullanır durur maalesef… “Biz her insanın kaderini (amel defterini, işlediklerini, yaptıklarını) kendi (boynuna) çabasına bağlı kıldık.” (İsra suresi, 13)… Yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan sorumluyuz… Selam, sevgi ve saygılarımla…




Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *