TATLI MI, ACI MI?

1300

Tatlı mı olsun, acı mı olsun? Yiyecek siparişi verdiğimizde, bize sorulan beylik soru… Tatlı ve acının ortası yok gibi… Tatlı ve acı, lezzetin vazgeçilmezi… Tuz ve şeker birlikteliği ise, hayatın merkezi… Önceliğimiz, tıbbın önerdiği oranda tuz ve şeker… Serum… Serum, hastanelerde yaygın olarak kullanılan bir tür çözelti… 1 litre serumun içinde % 99.1 su, % 0.9 oranında tuz, 154 milimol klor ve 154 milimol sodyum bulunur. Serum, tuzlu su… Elektrolitli serum, sıvı kaybının olduğu durumlarda hastalara uygulanır ve şeker, bikarbonat, potasyum gibi mineraller içerebilir. Sadece şeker ve salin içeren serumlara şekerli serum denmekte… Özelliklerine göre ‘izotonik salin’ yahut ‘fizyolojik salin’ serumlar mevcut… Hastanelerde serum kullanılmasının tek amacı, kan içerisinde bulunan sıvı-elektrolit dengesine katkı sağlamaktır… Serum, kana enjekte edildiği için kısa sürede etki gösteren bir tedâvi yöntemi… Bu yöntemle, kısa sürede hastanın kendine gelmesi sağlanır. Doktorun ihtiyaç duyması hâlinde serumun içine antibiyotik ve çeşitli vitaminler de ilâve edilebilir. Hazırlanan karışım ile hastanın iyileşme sürecinin hızlandırılması amaçlanır…

Tuza ve şekere uzak durmak, yaşlanınca ve rahatsızlıklar nüksedince söz konusu… Yemeğe tuz katmadan, damak tadı ne mümkün? Hasta olduğumuzda, o kadar çok vazgeçmek zorunda kaldıklarımız var ki… İşin doğrusu, her zaman ‘azı karar çoğu zarar’ ölçüsünde kalabilmek belki… Elbette tıp doktorunun sözü her ne ise, tek doğru olan o… Sözümüz, sözün tatlı mı, acı mı, tuzlu mu, ekşi mi vb. olduğu kısmını dillendirmekten ibaret… Söylediklerimizin, sözlerimizin her bir kimseye şeker bal olması, tek dileğimiz… Tuzu kuru olmak ise, bir başka… Tuzu kuru olana (işi, kazancı yolunda olan, kaygılanacak bir durumu olmayan, kötü bir durumdan herhangi bir zarar görmeyecek durumda olana) sözümüz var elbette… Tuzu kuru olan, tuzu kokutmamalı, kendini toplumdan soyutlamamalı, toplumun her paydaşıyla acıları da sevinçleri de paylaşmalı… Tuzu kuru olan, derde derman olmalı, her bir işe omuz vermeli… Et kokarsa, tuzlarsın; ya tuz kokarsa? İmkânsız olan gerçekleşince, olmaz denilen olunca ya da olmaması gereken olunca, tuz kokar… Tuzun kokması, iflah olmaz bir durum… Tuzun kokması, çivinin çıkmasıdır… Tuzun kokması, hassas noktalarda düzenin bozulmasıdır… Tuz, kokuya çare… Kokan tuza, yok bir çare… Tuz, kokuşmaya son çare… Tuz, kusuru örtmek için var… Kusur, tuzda olunca, kusur örtmede herkes olur biçare… Çaresiz olmanın çaresi, sizde bizde etik değerlerde… Etik deyince, ne etek ne uçkur anlaşılmalı… Sonuç kaset kumpasları, haset taşları… Olmayınca edep-ilim-irfan, neylesin biçare insan? Kavun değil ki insan, koklayalım? Gerçi, insan dediğin yağlanmakta, ama tuzlanmamakta… İnsanı ifsat etmenin en kestirme yolu, onu yağlayıp ballamakta…

Ekmek, tuz, şeker, yağ ve katık… Tuzu ve şekeri yok saymak ne mümkün? Hele hele tuz deyip geçmeyin… Bilindik tuz masalını bilmeyenimiz var mı? Babasını tuz kadar seven kızın masalını… Yemeklere tat veren tuz masalını… Tuzu kuru olanların anlamakta güçlük çekeceği ‘tuz kadar sevmek’ masalını… Belki de tuzun değerini daha iyi anlatan masal, ‘dar hane çorbası’ masalıdır… Bir ülkenin sultanı, Ramazan’da bir gün tebdil-i kıyafetle başveziriyle birlikte şehri dolaşmaya çıkmışlar… Sultan; başvezirine “Akşam ezanı kimin kapısının önünde okunursa o evde iftar edelim.” demiş… İftar vakti yaklaşmış, bir sokakta bir evin kapısının önünde durmuşlar… Sultan ve veziri kendilerini tanıtmadan, sokaktaki herkese selam verip, fakir ama gönlü zengin birinin evinin önünde durmuşlar… Sofra hazırlanmış. Sıcacık taze ekmek, tuz ve mis gibi tüten bir çorba varmış… Tuzla iftarlarını açmışlar, ekmek ve çorba ile karınlarını doyurmuşlar… Çorba, sultanın çok hoşuna gitmiş… Ev sahibine; “Bu çorba çok hoşuma gitti. Ne çorbasıdır bu?” diye sormuş… Çok zeki ve ferasetli olan ev sahibi, misafirinin sultan olduğunu anlamış; “Dar hane (fakir hane) çorbasıdır, sultanım” diye cevap vermiş… Bu zekice verilen cevap sultanın hoşuna gitmiş ve o fakiri ertesi gün, ikram ettiği çorbanın tası ile saraya davet etmiş… Adamcağız saraya geldiğinde emir vermiş ve onu Darbhane’ye göndermiş… Orada tası ağzına kadar altınla doldurmuşlar… Adamcağızı tekrar sultanın huzuruna getirdiklerinde, sultan adamın hâlini sormuş, adamcağız: “Sultanım, darhanemize (fakirhanemize) teşrif buyurdunuz ve darhane çorbamızdan içtiniz. Bu çorba şimdi ‘Darhane’ değil ‘Darbhane’ çorbası oldu.” demiş… ‘Darhane’, Anadolu’da ‘tarhana, tarana’ olarak bilenen çorba… Tarhana çorbasında neler yok ki… İçinde domates, soğan, sarımsak, etli kırmızıbiber, pul biber, süt, yoğurt, lor peyniri, tereyağı, kıyma, un, tuz, nane, nohut, dövülmüş buğday, kızılcık, fesleğen, dereotu, maydanoz vb. sebzeler var… Bir porsiyon tarhana çorbasının besin değeri: 12.47 gram karbonhidrat, 5.75 gram protein, 8.22 gram yağ, 1.4 gram lif, 27.09 mg kolesterol, 492.68 mg sodyum, 355.26 mg potasyum, 196.01 mg kalsiyum, 110.41 iu (international unit -uluslararası ünite) A vitamini, 15.07 mg C vitamini, 1.25 gram demir… Tatlı mı, acı mı? Bu sorunun en güzel cevabı, tarhana çorbası hikâyesinde gizli…

Tatlı mı, acı mı? Kime ve neye göre? Sözün tatlısı güzel… Çiğköftenin acısı güzel… İkram edildiğinde tatlıyı, hangimiz reddedebiliriz? Çikolata, yulaf ezmesi, hurma, kakao ve ceviz kullanarak hazırlanan lezzetli ve sağlıklı kakaolu toplar… Keçiboynuzu, kuruyemişler, kuru ve yaş meyveler, muz ve kakao, hurma, tarçın vb. sağlıklı ve harika lezzetler… Ağzının tadını, damak tadını bilen, hem tatlıyı hem acıyı sevendir… Sağlığının kıymetini bilen ise, tatlıyı ve acıyı az ve kararınca yiyendir… Her şeyin azı karar, çoğu zarar… Marifet, sözün ve katığın acı veya tatlı olanını ayırt edebilmek değil; marifet, sözün ve katığın yararlı olanını tercih edebilmektir… Hayat kısa, acı ve tatlı… Biz bitmeden, hayattan gitmeden, söylenecek sözler tükenmeden acı tatlı yiyelim, lâkin her daim tatlı konuşalım… Hakkı söylemeye devam edelim… Hakça yaşamaya, hakça bölüşmeye, hakça paylaşmaya devam edelim… Ömür tamam olmadan, tam olmaya çalışalım… Söz ki yerinde ağırdır; söz ki dile hafif gelir, mizanda / ilahî adalet terazisinde ağır gelir… Sözü, akıl kalp terazisinde tartalım; kaliteli sözü, kaliteli söyleyelim… Kalıbımızın insanı olalım… İnsanın bir lafına bir de tavrına bakalım… Gemileri yakalım, ancak yürekleri yakıp acıtmayalım… Acı mı, tatlı mı diye karar veremeyen, kendisiyle yüzleşemeyen, gerçeklerle yüz yüze geldiğinde, yüzsüzleşmeyi vazgeçilemez yüzü sanır… Ona bu yüzü de yetmez, en azından ikiyüzlü olmayı marifet bilir. Tek bilmediği; yüzüne maske de taksa, yüzsüz olduğudur…

Tatlı yiyelim, tatlı söyleyelim… Acı da yesek, tatlı söyleyelim… İçimiz acısa da tatlı söyleyelim… Her zaman tatlı dilli ve güler yüzlü olalım… Acı, kırıcı ve üzücü sözlerden uzak duralım; her zaman insanlara güzel ve hoş sözlerle yaklaşalım, doğru-etkin-etkili iletişim kuralım… Gerçek dostun, dostundan gerçeği saklamayacağını, bu nedenle gerçeği, acı da olsa, söyleyeceğini bilelim… Biz de, dostumuzun kusurunu, yanlışını acı da olsa tatlı bir üslupla söyleyelim… Söz acı olabilir, yeter ki neticesi tatlı olsun… Dostumuzun acı sözü, iyilik içindir, bilelim… Selam, sevgi ve saygılarımla.




Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *